Bright of Darkness

Dreamweaver’ın da yardımlarıyla sayfada sona doğru geliyorum galiba. CSS konusunda pro olan birkaç arkadaştan yardım alarak bunu bitirip artık son halini en kısa sürede sizin beğenilerinize sunacağım.

Ana sayfadan bir ekran görüntüsü için buraya tıklayın.

Beğenmeniz ümidiyle 😀

Ve en kısa zamanda tekrar görüşmek ümidiyle diyeyim.

Blog işini biraz daha toplayayım dedim. ne yapmak istediğimi kendim de bilmiyorum aslında. veya yapmak istediklerim sahip olduğum ayara göre biraz aşırı kaçtığından öööyle monitöre bakar vaziyette buluyorum kendimi bazen =D ama gazlanmak için domain aldım kendime, sonra uzun bi aradan sonra dreamweaverı tekrar kurdum falan. çoook acayip şeyler olacak agalar =D

“Fırtına Vadisi’ne giden yolda geçit anahtarını ele geçirmeye çalışan Agares Aldor’u, Artheron ise Lionel’i görevlendirmişti. Üst Fırtına’ya geçiş için gerekli anahtarları tek başlarına ele geçirmeye çalışmaları çok zordu, bundan dolayı Ulu’lar Meclisi’nin yardımını arkalarına aldıklarında her şey daha da kolaylaşacaktı. Bu meclis, fiziksel olarak var olmayan, bulundukları dünyaya direkt olarak bir müdahalede bulunamayan ama efsanevi kayıp güçleri kullanabilen veya kullanılmalarında aracılık edebilen Dacangard gardiyanlarından oluşuyorlardı. Bu bilgiler sadece Lemuria’nın odalarından elde edilen bilgilerin senteziyle toplanmıştı. Meclisi daha gözle görebilen yoktu. – Geçmiş Lemuria takipçilerinin tümevarım çalışmalarının bir yansımasıydı sadece. Ve bunlara dayanarak yola çıkan Artheron, Lionel’i bu meclisle görüşmekle görevlendirmişti: Kendisini nelerin beklediğini bilmeden.”

(…)

Aldor başını eğmiş, o kızıl ve ince saçlarının ardından Lionel’e bakıyordu. Dacangard, aşağıda bir gece lambası edasıyla ışıklarını kırpıştırıyor, gecenin gerilimine hiç de uygun olmayan bir incelik ve zerafet katıyordu. Aldor son bir hamleyle elini kılıcına attı ve ağzından çıkan birkaç sihirli kelime eşliğinde alev alan kılıcıyla beraber Lionel’e bir rüzgâr hızıyla saldırdı. Brightness bu saldırıyı tek bir hamlede savuşturdu ve Lionel’in bir anda toza dönüşen bedeni, Aldor’un tam arkasında tekrar vücut buldu. Aldor, başını arkasına çevirmeye fırsat bulamadan kendisini ayakları yerden kesilmiş bir şekilde buldu ve bunun arkasından gelen Dacangard’ın geceye yansımasını gördü; yerden metrelerce yüksekte.

“Ne oldu o kristal tahtlarında oturan efendilerine, alsınlar ya seni elimden?”diyerek sırıttı Lionel.

“Onların lanetini daha sonra görürsün sen!” diye bağırıyordu Aldor. “Seni gebertmeleri için onlara yalvaracaksın! Canını bir an önce verebilmek için elinden geleni yapacaksın Işığın sürüngeni! Seni yavaşça parçal…”derken Lionel Aldor’un boğazını daha da sıkmaya başladı.

“Aldor… Sevgili Aldor. Ben can vermem… Sadece alırım…”

Dedi ve Brightness’ı Aldor’un göğsüne sapladı. Brightness’in öz enerjisi Aldor’un damarlarına karışırken, Aldor’un geceyi yırtan çığlıklarının eşlik ettiği, göğsünden Lionel’e doğru akan oluk oluk kan gittikçe daha da koyu bir hal alıyordu. Aldor’un içindeki dehşet, Lionel’in şeytansı sırıtmasıyla daha da alevleniyordu. Kılıcını onun göğsünden çıkarıp, boğazını halen sıkıca tuttuğu Aldor’un yüzünü yüzüne iyice yaklaştırdı:

“Beni bir an önce ölmem için yalvartsana Aldor… Canımı alsana… Ayrıca unutmadan; Ölüm bile seni benden kurtaramayacak.”

Lionel Adalet Defteri’ni açtı ve Işık Mahkemesi’ni kurdu. Bir anda gün gibi aydınlanan havada oluşan altın sarısı burçlar, Aldor’un ebedi kafesini hazırlıyorlardı:

“Ben bu dünyadan yok olana kadar Işık Zindanları’nda yüz bin yılın azabını çekeceksin! Ve ben son nefesimi verdiğim anda da, kafesinden çıkıp azabına cehennemin o ateşli kuyularında devam edeceksin! Işık Mahkemesi’nin hâkimi son sözünü söylemiştir!”

Diyerek Aldor’un kafasını gövdesinden ayırdı ve kül gibi rüzgâra dağılan vücudu, yavaş yavaş kaybolan altın burçların izinden göklere süzüldü. Kendisini bu çürümüş vezirin kanından iyice temizleyen Brightness’i kınına soktu ve Dacangard’ın silüetine kendisini bıraktı. Birkaç saniye sonunda Dacangard’ın kuru topraklarına yıldırım gibi indi. Üzerindeki tozları birkaç fiskeyle temizledi ve Ulu’lar Meclisi’ne doğru yol almaya başladı.

(…)

Hikayenin tamamı daha bitmediğinden ufak ufak spoiler veriyorum arada, hani olur da okuyan – takip eden varsa, bu parça hikayelerin üstü kapalı yeri kalmasın diye.

“Ayna savaşçıları, Dikilitaş’ların gizemini çözmek için gerekli olan mühürlerin ele geçirilmesinde kullanılan en güçlü silahlardı. İlk başlarda bedenler arası ruh transferi sırasında her iki tarafın da bilincinin kaybolmaması üzerinde yapılan çalışmalarda, bu bilinç kontrolünün kadim savaşçıların çürümüş bedenlerine dar gelen – ve halen genç – bilinçlerinin, yaşam büyücüleri tarafından özenle seçilen insanlar vücudunda hayat bulması aşamasına geldiler. Bir insanın en zayıf olduğu noktalardan; duyguları ve hatıralarından yola çıkarak beyninin her hücresine kolayca ulaşabiliyor, buralara bağladıkları enerji kanallayıcıları ile bir insanın ihtiyacı olan uyku, yemek, su veya nefes almak gibi şeylerin tamamı kendilerinin geliştirdiği elementel hayat havuzundan karşılanıyordu; Tüm savaşçıların bağlı olduğu bir santral gibi….” Lord Artheron 4127. Gün Üst Fırtına Değerlendirme Raporu, Lemuria

Elinde sadece bir ayna, arkasında unutmak için canını bile verebileceği yaşanmışlıkları vardı. Unutmaya yeminler ettiği en karanlık hatıralarını tutan çivi, içini kavuran yalnızlık duygusuydu, Nedeni de buydu belki de, bütün bu kurtulamadığı şeylerin sebebi. En çok korktuğu şey, “Yalnızlık” vardı arada, bunları unutmasını istemiyordu.

Çorak bir toprağın her zerresi bir damla suya bile ne derece hasretse, beyninin her zerresi de ufacık iyi bir hatıraya, içinde taşıdığı boş kalbi de küçücük bir sevgiye hasretti. “Bu kadar kalabalık bir dünyada hiçbir şey mi ihtiyacını gideremedi?” sorusunu her gün etrafından duyar gibi olur, ama bu kendisi için bir başlangıç noktası olmak yerine, ümitsizliğinin tavan noktası olurdu. Ağzına kadar insanın oluşturduğu bir sevgi denizinde nasıl olur da sevgiye olan bu susuzluğuna cevap bulamazdı ki?

Ama o, bu denizin yakınlarında bir yerde değildi…

Bir çölün ortasındaydı o…

Tek başına, ve yalnız…

“Canımı al be… Al her şeyimi!” diye bağırdığı zamanlarda aldığı tek cevap, aynadaki flu bir yansımaydı sadece. Tüm isyanları sadece bir çerçeve ile sınırlı, bir çerçeve dâhilinde dışarı aksettirilen bu nefret ve kin, ne yazık ki kendisine pek bir fayda getirmiyordu. Benliğini teslim etmiş, sonsuza dek kimliğini arayacak, hem çevresine dehşet saçacak, hem de kendisini belirsizlik bataklığına daha da saplayacaktı.

O bir “Ayna Savaşçısı” olmuştu. Bulunduğu ortamda huzursuzluk, her hareketinden tedirginlik, yüzüne bakıldığında ise umutsuzluk hissedilecekti. Gözlerine bakıldığında ise…  Hayır, böyle bir şey asla olmayacaktı. Onun gözlerine bakıldığı noktada sonsuzluk vardı, onun sonsuzluğu. Ve istediği tek şey kimliğini geri kazanmak olan bir savaşçının sonsuzluğunda hiçbir duyguya yer yoktu, biri hariç… Mutlak nefret…

Kendisini çepeçevre sarmış tüm bu yaşayan varlıklar onu hasta ediyordu. Havadaki her zerrecikte hatıra parçacıkları, aldığı her nefeste, o nefesi vermiş insanın yaşanmışlıklarını görüyordu gözlerinde.

Eski alışkanlıklar…

Eskiye dair pişmanlıklar…

Eskiye dair başarılar…

İşte bu şekilde zihninin bulanıklığı ölçüsünde kontrol ediilebilen bir savaşçının – silahın – ateşleme mekanizması da, ona bir soruyu günün her anında binlerce defa sormaktı…

“Senin “eski” neyin vardı, bilmek ister misin?”.

Tüm benliği baştan aşağıya “Evet!” çığlıklarına boğulur, nefretinin ateşini daha da körükleyerek başlardı her gününe. Ve yaradılışının temelinin bu kadar vahşice olmayacağını düşünür, bu kadar tiksinti duyduğu insanlara hiçbir şekilde zarar veremezdi. Tüm nefretini kendisine kusardı elindeki aynayla.

Peki, sadece kendisine mi?

Bir grup daha vardı, onun en sevdiği yaratıklardı bunlar; Çürümüş kişilikli, satılmış ruhlarıyla gerçeklere ve doğrulara karşı aktif bir düşman olan “Cadı”lar…

Ve “Savaşçı”nın bedeninden dolup taşan bu nefret, kendisine akacak daha geniş bir yol bulmalıydı.

Ve galiba bulmuştu da…

Ve sonunda beklediğimiz film geldi. Her ne kadar Türker’i Hako’yla ilgili birkaç içerik hakkında sıkıştırsam da, can güvenliğini bahane ederek bazı içerikten kaçınmış ama olsun diyoruz, bu da iyi:D. Ve hayatımda ilk defa bir filmin yapım aşamasında ismim geçmiş, her ne kadar sadece bir mp3 ile destek verdiysem de:D.

İlgilenen arkadaşlar için Kötükedi’nin blogundan bir link: Tıklayın

Bu da Facebook linki: Tıklayın

Eski tema nedense beni rahatsız etti, bununla değiştiresim geldi. Ama bu da sanki çok yorucuymuş gibime geldi, ama bir yandan da sanki bu olmalıymış gibi içimde bir dürtü var :D. Anket açayım dedim bari fikir olur en azından diye. Hakikaten wordpress’in, genelde tüm blog sitelerinde de olduğu gibi, insanın elini kolunu bağladığı doğruymuş ya. İki tema çıktı meydane, ikisi de birbirinden merdane.

Etiketler:

Üniversiteden mezun oluyoruz ya şurada, birden bire “benim etkinliğim geldiiiii” şeklinde ne bulduysam saldırdım etrafa. İko’yla beraber dergimiz kısa filmimiz sözlüğümüz, Mesut’la beraber potansiyel internet uğraşılarımız falan. Aslında bu Mesut’la uğraştığımız iş, şimdiye kadar kalkıştığımız işleri çekip çeviren bir hareket olacak. En azından düzene oturur yani adım gibi eminim.

Ulan soruyorum bazen kendime 4 sene bitmiş 5. seneyi okuyorum şurada, şimdiye kadar aklın neredeydi diye. İçkiler alemler desen yok, karı kız peşinde koşmak desen yok, ulan ne yaptım ben bu 4 seneyi? Ama yine de daha da geç başlayarak daha da fazla pişman olmaktan kurtuldum en azından, bundan eminim.

Sözlüğümüze hatırı sayılır bir yazar kaydı oldu, 127 yazarımız var an itibariyle. Ama ilk defa sözlük yazarlığı yapacaklarından mı, yoksa yazmaya çekindiklerinden midir bilmiyorum, sık bir şekilde yazmıyor bazı yazarlar. Eskişehir dönüşünde en kısa zamanda (hatta galiba döner dönmez) etkinlik programlarına başlıyoruz inşallah. Zira gözlemlediğim kadarıyla sözlükteki oyun manyağı olan yazar sayısı hatırı sayılır ölçülerde 😀 Bu da en azından kolay bir başlangıç olur bizim için. Karaoke zirvesini iple çekiyorum, sözlük yazarları olaraktan kendi aramızda ufak çaplı bir yetenek sizsiniz de çevirebiliriz yani 😀

Üstüne üstlük bir de kitabımı tamamlamaya çalışıyorum artık. Ayrık kalmış parçaları, ucu açık olayları ve üstü kapalı noktaları da yeni hikayelerle dolduruyorum şu an. Kendi kendine işleyen bir yapıya kavuşmasına fazla kalmadı gördüğüm kadarıyla. Tabii üstünde ne kadar ve ne verimde çalışacağıma bağlı.

Fark ettiyseniz tezden falan hiç bahsetmedim bile :D. Yokmuş gibi davranması en güzeli bence ya. Bakalım bakalım.

Yapılacak amma çok işimiz varmış ya İko. Hepsiyle aynı verimde  ilgilenemeyeceğiz belki ama çooook eğleneceğimiz kesin. Sözlükle beraber ben eğlenmeye başladım bile mesela :D.

Eskişehir’de görüşmek üzere, selametle.

Kotukedi Production tarafından hazırlanan reklam vidyomuz nette dolanmaya başlamıştır =D

İzlemek isteyenleri şöyle alalım.

Sınavlar iyi de olsa kötü de olsa bir şekilde halledildikten sonra malumunuz boş kaldık, yapılacak iş, yeni uğraşlar lazım ki dikkatimizi okula vermeyelim =D Sözlük açtık efenim. http://www.esogusozluk.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Ya 5 ay içerisinde işlenen tüm konuların 2 hafta içinde öğrenilmeye çalışılması ne kadar zor bir şeymiş =D Sırf yazmış olmak için yazıyorum şu an  valla özledim lan bloga yazmayı. İkocan’ın doğum günü tabi bugün, doğum günü kutlu olsunlar =D

Bir de dergi meselesini uzattıkça uzattım artık, sınavlar biter bitmez bir yerinden başlamayı düşünüyorum. Valla yalan malan değil, yapacaz böyle birşey =D

Kral bilgisayardan kalkar, patates kızartmasını yer ve biyosuna geri dönerdi.